yaşamak
Dil: Türkçe
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Canlılığını, hayatını sürdürmek
- Hiçbir şey yaşarken daha önemli değildir.
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Sağ olmak; durmak
- Deden yaşıyor mu?
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Varlığını sürdürmek
- Balıklar suda yaşar.
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Bir yerde oturmak; kalmak
- Köyde yaşamak. Şehirde yaşamak.
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Geçimini sağlamak
- Bu kazançla yaşamak kolay değil.
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Herhangi bir durumda bulunmak veya olmak
- Bekâr yaşamak. Tek başına yaşamak.
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Görüp geçirmek, başından geçmek
- Balkan Savaşı'nın bütün acılarını yaşamış bir ailenin kızıydı.
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Sürmek, devam etmek
- Onun anısı hep yaşayacak.
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Varlıklı, endişesiz, sıkıntısız, hoş vakit geçirmek, keyif sürmek
- Tek başına manevra yapan bir lokomotif rahatlığı ile hayatını yaşıyor.
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Keyfi yerine gelmek, mutlu olmak, işleri yolunda olmak
- Bu iş olursa yaşadık.
-
[nesnesiz, mecaz, mecaz, mecaz, mecaz]
Bir durumu yaşar gibi olmak, bir durumla özdeşleşmek, duymak, hissetmek
- Sen genç gibi yaşar, ihtiyar gibi ölürsün.